← Geri dön
Book cover for Huzursuzluk

Huzursuzluk

Yazar: Zülfü Livaneli

Puan: ★★★★★

Tür: Edebiyat, Roman

Biçim: E-Kitap

Bitirildi: 10 Eylül 2021

Şu küçücük dünyada herkes incitilmiş,
isimsiz, herkes yanlış yerde.
Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı

Harese nedir, bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım: Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir. Bütün Ortadoğu’nun âdeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.

“Beni alıp tekrar karnına soksan bile koruyamazsın artık anne!”

O kök salmıştı, ben rüzgârda savruluyordum; büyük şehrin yüzünü silerek birbirine benzettiği, kimliksiz kalmış milyonlarca insandan biriydim.

Bu yüzden bazı şeyleri boş inanç diye küçümsemeyin, onlarsız insan kültürü olmazdı; ne mimari, ne müzik, ne edebiyat. Darwin başlangıçta, Tanrı’nın varlığını ispat etmek için Galapagos’a gitmişti, Faraday da bunu kanıtlamaya çalışıyordu.

Başında siyah bir yas örtüsü, üzerinde mavi bir hırka ve omuzlarında, şairin dediği gibi keder, sonsuz bir keder.

Daha üzüm asması yaratılmadan sarhoş olanım ben
Sen doğmadan önce aşkınla berduş olanım ben.

Bu tutkusuz, birbirine benzemiş, kişilikleri silinmiş, çıkarların yönettiği kent insanları dünyasında, Hüseyin’in derin tutkusunu kıskandığımı hissettim.

Biz, bu ülkenin okuryazarları, boşluğa düşen bir trapezci gibiydik. Doğu askısını bırakmış, Batı askısını da yakalayamadan aşağı düşmüştük.

21. yüzyılda büyük şehirlerimizi kuşatan benzerleri gibi uzun bacaklı, bakımlı kumral saçlı, giyimine özen gösteren çok hoş bir kadındır ve bütün güzel kadınlar gibi korkutucudur, tedirgin edicidir çünkü çocukluğundan beri ne kadar güzel olduğunu duyarak büyümüş bütün alımlı kızlar gibi, okul yıllarında, güzelliği karşısında afallayan ergen oğlanları parmağının ucunda oynatmayı öğrenmiştir.

Sanılanın tersine, erkekler romantizmin kadife yastığına daha çok yaslanma gereksinimi içindeler artık.

Önce en büyük haz, sonra en büyük can yakma, ne tuhaf.

Kendimi aklı başında bir adam sayarım ama böyle rastlantılarda içimizi kıpırdatan bir metafizik yan bulmanın çekiciliğine zaman zaman karşı koymam güç olur. Bence bütün insanlarda vardır bu. Sanki varoluşumuz, yaşamımız birtakım anlamsız, saçmasapan rastlantılara bağlı değil de daha derin ve kavrayamadığımız bir anlamı varmış gibi duyumsarız ve itiraf etmesek bile herkesin hoşuna gider.

Artık insanların Gılgamış’ı, Enkidu’su, Hera’sı, Afrodit’i yok, onların yerine hip hop, futbol, müzik ve sinema tanrıçaları var. Tanrılar ve tanrıçalar gibi onların aşk, evlenme, boşanma, kavga, kıskançlık, cinayet maceralarını izliyorlar.

Ona göre her şey birbirinin devamı, her asırda aynı masallar tekrarlanıyor.

Gözlerinde karanlık bir nefret okunuyordu, bana bile öyle bakıyordu. İnsan umudunun bir kısmını kaybederse üzgün görünür ama tamamen umutsuz kalınca, böyle olur.

Bizim türümüzün bu dünyada yaşamaya, hem birbirini hem dünyayı yok etmeye hakkı yok, hepimizin içinde korkunç bir canavar yaşadığı yadsınamaz bir gerçek diye düşündüm.

Kendimizi hayvanlardan ve bitkilerden üstün görmemiz büyük bir aldatmaca, insanlık diye yücelttiğimiz şey aslında ne aşağılayıcı bir kavram diye düşündüm.

Tam tersi sanılır ama zaten hayatta normal olan huzursuzluk durumudur, huzur ise çok ender yakalanan geçici anlardır olsa olsa.

Ya o din âlimi geçinenler? Din alanlar, din satanlar, laf kalabalığından başka ne söylüyorlar? Onların bütün lafarını da bir Karadeniz türküsünün iki dizesi açıklıyor. Bu dünya yalan dünya / Öteki de şüpheli.

Ben sadece kendimi tedavi etmek için yazıyorum, insan denilen yaratıkların arasında yaşama gücünü tekrar bulabilmek için.

“Ben bir insandım!”

İstanbul’un keşmekeşi içinde, her gün şiddet haberleri içine gömülerek, bencil ve sert bir kadına nafaka ödeyerek (Bu arada yıllık zammı verecekler mi acaba? Bazen patronlar bu yıl iyi geçmedi diye vermiyor çünkü isteyen çekip gitsin diyorlar ama bu işsizlikte nereye gideceksin!), bomba patlar diye AVM’lere girmekten korkarak, sinemaya bile gitmeye çekinerek yaşanan bir hayata hayat demek mümkün mü?

Yani cihatçı Müslümanlar ile Haçlı Naziler ortak bir cinayet işledi. Katil olduktan sonra ha haç takmışsın boynuna, ha hilal, ne farkı var birbirinden.

Tüketen insanın üreten insandan daha değerli olduğu bu yanlış ve ahlaksız döneme tahammülüm kalmamıştı artık.

Merhamet zulmün merhemi olamaz.

Merhamet de zulmün bir parçası.

Belki de her şeyini yitiren bir insanın son sığınağı insan onurudur, elinde kalan tek şey budur.

Eğer ortaçağ şövalyelerinin demir zırhları gibi, görünmez bir aldırmazlık zırhı giymezsen, buralarda barınmana olanak yoktu.

Kimi kadınlardaki bu güce her zaman şaşırmışımdır zaten, bu özgüveni, bu inadı, bu kararlılığı nereden alıyorlar, güçlerinin kaynağı ne, niye erkekler duygusal bakımdan daha zayıf ve perişan diye sorup durmuşumdur yıllardır. Erkeklerin beden gücüne karşı, bir ruh üstünlüğü dengesi mi bu acaba?

Gururu onu öylesine yüce bir yerde tutuyordu ki, sıradan bir kadın-erkek ilişkisinin doğal gereği olan dokunma hayalleri bile kuramıyordum. O mühürlü dudaklarını öpmek, onu çıplak görmek, teninin sıcaklığını duymak, düşlerime bile giremeyecek kadar uzaktı.

Henüz gelmese de yar, umudum var!